Matematiksel Modelleme ve Simülasyon
Bir muz ağacının hikayesi – Ceyhan Anılarından Bir muz ağacının hikayesi – Ceyhan Anılarından
Ceyhan Mithatpaşa Mahallesi’nde, 1972-1978 yıllarında oturduğumuz fotoğraftaki evimiz 1978 yılında satıldı. Bir daha o sokaktan ancak 2009 yılında geçebildim. Fotoğrafı da uzaktan gizlice çektim.
Kaderi ben mi yarattım-IV (*)
Müslüm’den Çıktık Yola İbn-i Sina’da Verdik Mola
1966 yılının sıcak bir 12 Eylül akşamında küçücük bir evde doğmuşum. Ebe’ye dondurma ısmarlamışlar. Daha sonra çatısı çinko olan Çamlı Yol’da dedemlerin evinin karşısında bahçeli bir eve taşınmışız. Bahçe duvarının kenarında kocaman bir hurma ağacı vardı. Küçücük meyveleri olurdu. Üzüm tanesi gibi. Hurmayı hiç sevmezdim. Mahalledeki çocuklar koparmaya çalışınca da kavga ederdim. Tam arkamızda leblebicinin evi vardı. Her akşam kavrulmuş kırık leblebi yapar bütün sokak kokuyla dolardı.
Remzi Oğuz Arık İlkokul’una başladım. İlk gün okula bizim evin arka sokağında oturan Mehmet Abi ve Serdar Abi götürmüştü beni. O sıralarda dedemin ısrarı ile babam Emlak Kredi Bankası’ndan ev kredisi çekmiş ve Mithatpaşa Mahellesi’nden arsa almıştı. Daha sonra inşaata başlandı. Beton döküldükten sonra sıcakta beton çatlamasın diye her gün akşam üzeri sulamaya giderdik. Yazları Ceyhan çok sıcak olurdu. Bazen serçeler sıcaktan düşüp ölürlerdi. Kışları da aşırı derecede nemliydi. Kışın avcumun üstü kaşınmaktan kabarır yara olurdu. Bol bol limon sürerdim.
Bir gün okuldan çıkıp Çamlı Yol’daki oturduğumuz eve geldiğimde bizimkilerin taşındığını gördüm. Hemen eve gittim. Yeni evimiz müstakil ve dört tarafı duvarla çevriliydi. Duvarlar telliydi. Bahçeye daha verimli olsun diye bir yerlerden iyi toprak getirttiler. Rahatça toprakla uğraşabilirdik. Toprak nereden geldi bilmiyorum ama haşhaş tohumu varmış sanırım, bir süre sonra bahçenin ön tarafı haşhaşla doldu. Bahçe ekme dikme işleriyle annemle biz uğraşırdık. Her renk gül ağacı ektik. Limon ağacı, Manolya, Gül ağaçları, asma vs. Hatta muz ağacı bulup getirip ekmiştim ve tutmuştu. Bahçeyi beller, sebze de eker büyütürdük.
Öğretmenlerime demet demet gül götürürdüm. Yoldan geçenler isterlerdi. Her isteyene dalından koparır verirdim. İstediğim çiçeği bulamazsam bazen komşulardan saksısıyla çalar getirirdim. En çok karanfili, fesleğeni, nergizi ve yasemini severdim. Gündüz kapanıp gece açan ve müthiş kokan çiçeklerimiz vardı. Tulumbadan su çeker devamlı sulardım. Hayvanları çok seviyordum. Sen baytar (veteriner) olursun diyorlardı.
Kümes yapıp tavuk besledim. Kümeslerimi tek başıma kendim yaptım. Tahtaları oradan buradan bulur getirir yapardım. İlk kümesi bitirdim, ama kapı menteşesi bulamadığım için bi küçük kız kardeşim Demet’in çantasının kolunu kestim ve menteşe yaptım. Epey sinirlenmişti. Çarşıda kuluçka makinasından civciv çıkartıp satan bir dükkan vardı. Ordan dört-beş tane civciv alıp kutuya koyup eve getirdim. Hava soğuk olduğundan kutunun içerisine uzunca bir kablo çekip ampül bağladım. Evde televizyon yoktu. Dedemlere televizyon seyretmeye gittik. Civcivleri unutmuştum. Eve geldiğimizde civcivlerin hepsi sıcaktan bayılmıştı. Kız kardeşlerim Demet’le Nimet’e hadi kızlar durmayın üfleyin diye seslendim. Civcivler sonra kendilerine geldiler ve kurtuldular.
Bir gün Ceyhan Demir Yollarının orada kış ortasında tarlada tek başına kalmış, tir tir titreyerek ağlayan bir enik (köpek yavrusu) buldum. Eve getirdim. Isıttım, karnını doyurdum. Bizim oldu. Adını gözlerinden dolayı Boncuk koydum. Yıllar sonra, bilmediğim bir nedenle Hatay Dörtyol Çaylı’da yaşayan neneme (babamın ve annemin nenesi) götürdük. Biz arabayla giderken arkamızdan koşturdu ama ne o beni ne de ben onu yakalayamadım. Ipıssız köyde nasıl olduysa araba çarpmış ve ölmüş. Daha sonra besleyip büyüttüğüm tüm köpeklerimin isimleri Boncuk oldu. Tüm köpeklerimin akibeti aynı sonla bitti.
Yeni evimiz doğduğum eve yakındı. Doğduğum evin üst katında damda Menderes abi yerli Adana güvercini besliyordu. Bulabildiğim her fırsatta yanına gider kuşları seyrederdim. Kuşlar gökte kaybolacak kadar yükseğe çıkar, parlak çekince de füze gibi ses çıkararak dama inerdi. Bir de mahallede Kasap Mehmet, damında güvercin beslerdi. Ceyhan’ın en meşhur kuşçusuymuş. Evinin yanındaki boşlukta oynarken gökyüzünden dama dalan kuşların çıkardığı sesten bazen ürperirdik. Az ilerdeki sokakta Ferik halamın evi vardı. Kocası Behzat abi de kuşcuydu. Çok cins kuşları vardı. Tam onların karşısında da Şinasi diye bir adam güvercin besliyordu. Bunlar o zamanın en iyi kuşçularıymış. O zamanlar Adana cinsi güvercinin dünyanın sayılı güvercin türlerinden birisi olduğunu bilmiyordum. Ben sadece Menderes abinin yanına gidebiliyordum. Menderes abinin başı beyaz bir zırhlısı vardı. Muhteşemdi, halen gözümün önünde duruyor. Çok uzun yıllar sonra ancak Adana cinsi beslemeye başladım ama hiç o renkte kuşum olmadı.
Güvercinleri çok seviyordum ama evdekiler güvercin beslememe izin vermedi. Güvercin uğursuz sayılırmış. “Etimi yiyen doymasın, bokuma basan iflah olmasın” diye intizar edermiş. Halen de iflah olamadım. Çok istememe rağmen evde bir türlü besletmediler. Yan komşuda Necla ablanın küçük kardeşi Nurettin Abi Ağrı’da öğretmendi. Bir yarıyıl tatilinde dama birkaç sandık, 3-4 çift de güvercin getirmişti. Çoğu taklacıydı. İki çifti yerli Adana kuşuydu. Evden gizlice onun yanına gider kuşları seyrederdim. Sen tekrar Ağrı’ya gidince ben bakarım ama kimsenin haberi olmasın dedim. Aramızdaki duvarda tel vardı. Sokağa bakan duvarda tel yoktu. Damın giriş kapısı bizim eve bakıyordu. Öksürsem duyulacak kadar yakın mesafe. O gittikten sonra kuşlara ben bakmaya başladım. Annem beni sokakta sanır, çağırırdı ama ben ses çıkarmazdım. Nurettin abinin babası Hayrullah amca da inek besler sütünü satardı. Dama büyük bir dolap yaptık. Sonra ben ilgilenmeye başladım. Ceyhan’ın en meşhur kuşçusu Kasap Mehmet abiyi az da olsa tanıyordum ama damına didip gelemezdim. Kasap dükkanı Çamlı Yol’da dedemlerin tam evinin karşısındaydı, dedem genelde ondan et alırdı. Kurban bayramlarında da kurbanları o keserdi. Damdan, onun damını, kuşlarını rahatça görebiliyordum. Adana’dan yeni kuş getirmiş indiremedi, ben de parlak çekip yakaladım. Götürüp verdim. Daha sonra bana kendi kuşlarının yumurtalarından verdi. Getirip kendi kuşlarımın altına koydum. İyi damızlık kuşun cülükleri iyi olur derlerdi. Kuşları epey çoğaltmıştım. Benim kuşlar pek uçmuyordu. Füze gibi de ses çıkarmıyordu. Sonradan öğrendim ki bu bir uzmanlık işiymiş. Aradan aylar geçti. Bir sabah gittim bir tane bile kuş yok. Hepsini çalmışlar. Bundan sonra da güvercin besleyebileceğim günlerin umuduyla hayatımın büyük bir bölümü geçti.
Bu evde sünnet oldum. Kivrem Kazım Kaypak oldu. Ayakkabı ustasıydı. Çok kara olduğumdan bana kara çocuk derdi. Çok severdik birbirimizi. Geçenlerde öldü. Sünnet olduğumda evde yatarken yan komşumuz Necla abla bana “Demir Yolu Çocukları” adlı bir kitap getirdi. Daha önceden hiç roman okumamıştım. İlk romanım o oldu. Bu romandan sonra da uzun yıllar boyunca hiç roman okumadım. Bundan sonra nereden bulduysam 1984 yıllarıydı sanırım ilk okuduğum roman Jack London’ın Demir Ökçe adlı kitabıydı. Nerdeyse 100 yıl önce Amerika’da kapitalizmi öyle bir eleştirmiş, yaşanan çelişkileri acayip bir şekilde anlatmıştı ki sadece bu kadarını hatırlıyorum şimdi. Kendime ilk aldığım kitap Nermi Uygur’un Yaşama Felsefesi adlı kitabıydı.
Okula başladıktan sonra sokakta pek oynayamadım. Habire okulda öğretmenmiz değişirdi. En son ki Ülkü öğretmendi. Çok sert bir kadındı. Zaten sokakta zor oynuyorduk, bir de bizi gören kızlar şikayet ederdi. O da bizi sınıfta kalın sopasıyla ellerimizi yumruk yaptırırarak döverdi. Bazen sadece ellerimize değil bacaklarımıza da vurarak döverdi. Ben yine de severdim. Sayı saymayı iyi becerirdim. O da bunu severdi. Bir müfettiş geldi, matematikten soruyu bana sordurmuştu. Hoşuna gitmişti. Müfettiş de aferin sana kara çoçuk dedi. Yıllar sonra büyük bir tesadüf sonucu Adana’da bir dolmuşta yanına oturdum. Beni zor tanıdı. Kendimi tanıttım hatırladı. Mithatpaşa Mahallesi’nin mezarlığa yakın tarafında hala teyzem oturuyordu. Onların da komşusuydu. Hala teyzemin oğlu Ahmet’in yanına sık giderdim. Orada da görürdü. Ne kadar bir süre geçti hatırlamıyorum. Gazetede haberi çıktı. Kocasını bıçaklayarak öldürmüş.
Bu güzel evimizde yedi yıl oturduk. Tam muz ağacı meyve vermişti ki muzlar sararmadan babam evi sattı. Bundan sonra da bir daha evimiz olmadı. Bu sıra Yaltır Kardeşler Orta Okulu’na gidiyordum. Ortalık iyice kan gölüne dönmüştü. Her sokakta silahlar ateşleniyor abilerimiz birbirini öldürüyordu. Ferik halamın yan komşusu Durmazların alt katını kiraladık. Behzat abi artık kuş beslemiyordu. Ferik halam tavuk besliyordu. Senin tavuk gurg (kuluçkaya) yatınca bana haber ver altına İstanbul horozu yumurtası ayarladım alıp koyacağım dedim. Müthiş horozlardır. Dövüş horozudur. Dövüşmelerini hiç sevmezdim. Dövüş horozu kahveleri vardı. Vahşice, horozlardan birisi ölene kadar dövüştürülerdi. Çok asil hayvanlardır. Ötüşlerini, gözlerini, sakinliklerini, gururlu duruşlarını, renklerini çok severdim. Ama artık besleyecek yerimiz kalmamıştı. Halamı o kadar tembihlememe rağmen, bir gün, bir baktım tavuğun arkasında civcivler dolanıyor. Halam gurgu bastırmış, civcivler çıkmış bile. Küstüm. Belki bir yıl, yan yana olmamıza rağmen konuşmadım. Sonra bir enik daha bulup getirdim. Ufacıktı yanındayken susuyor ayrılınca ağlamaya başlıyordu. Yukarıda ev sahibi, evde babam kızdılar. Ben de alıp yatağıma getirdim, öylece uyuduk. Biraz büyüttükten sonra da Hüseyin abiye verdim. Kocaman iri bir köpek olmuştu. Sonrasını hatırlamıyorum ama beni hiç unutmadı.
Dedem, annemle babam evlendikten sonra babama muhasebeciliği öğretmiş. Babam da dedemin yanında çalışmaya başlamış. Dedem iyi bir muhasebeciydi. Okul saatleri dışında dedemin mağazasında duruyordum. Çay söyleme, posta gönderme, etrafı temizleme gibi ufak tefek işleri yapıyordum. Dedemle yalnız başımıza kaldığımızda başından geçen hikayeleri anlatırdı. Hayatın içinde kendini doğurmuş bir adamdı. Çok şeyler anlattı ben de dinledim. Daktilo ve kollu Facit hesap makinasını kullanmayı ondan öğrendim. 1950 model hesap makinasıydı.
Mağaza bir mahallede sokak arasında üç katlı bir binanın alt katındaydı. Önümüzde çocuklar oynardı. Bir kez çocukları izlerken içim gitti ve kaçtım. İlk defa izinsiz kaçmıştım. Çok aramışlar meraklanmışlardı. Bizim sokağa gittim. Çok iyi gulle (misket) oynardım, parmaklarım biraz uzun olduğundan karışım oldukça büyüktü bu da gulle oyununda işe yarardı. Gulle oyununun ustasıydım ama oynamaya pek izin yoktu. Mağazanın sahibinin oğlu şairmiş sonradan öğrendim. Ahmet Ada.
1980 öncesiydi. Çoğu şey bulunmuyordu. Benzin, mazot sigara tüp gibi ürünler karaborsadaydı. Dedem her gün beni Cumhuriyet gazetesi almaya gönderirdi. Gazete okumazdım. Dedemi dinlemek daha çok hoşuma giderdi. Tüm fotoğrafların arkasına el yazısıyla o günün tarihini yazardı. Dolma kalemiyle muhasebe defterlerini o inci gibi el yazısıyla doldururdu. Bana da muhasebe defterlerini tutmayı (hesap işlerini) öğretti. En zoru Defter-i Kebirdi. Facit makinasında bölme yapmak çok zordu. Dedem hepsini öğretti ben de öğrendim. Babam muhasebeci olmamı istemiyordu. Bir satır bile öğretmedi. Benim de ne olacağım konusunda en ufak bir fikir bile yoktu. Dedem Eylül 1987’de benim üniversiteden mezun olduğumu göremeden öldü. Facit makinası şimdi fakültemdeki odamda gözümün önünde duruyor. Bir de kül tablası vardı. O da bende.
Okulu, dersleri, eğitimi zorunlu olan şeyleri hiç sevmiyordum. Tavuklar olsun, köpek olsun, ağaç olsun, çiçekler olsun, güvercinlerim olsun yeterdi. Dünyam bu kadarcıktı. Bu nedenle de hiç ders çalışmazdım. Okuma ödevleri verildiğinde bir yöntem geliştirmiştim. Bir sayfayı okumak için kaça kadar saymak gerekiyor hesapladım. Kaç sayfa okunacaksa o sayıyla bunu çarpıyordum. Çıkan sayıya kadar birer birer sayıyordum ve ödevi yerine getirmenin rahatlığıyla uyuyordum. İlkokulu bu şekilde atlatmıştım da sonrası böyle olmadı.
Daha sonra babam kendi yazıhanesini açtı ve biz dedemin yanından ayrıldık. Havalandırması, ışığı olmayan kapalı bir pasajdaydı. Yazın müthiş boğucu ve sıcak olurdu. Ben devamlı orada olmak zorundaydım. Babam genelde kumar oynamaya giderdi. Pasajın arka tarafında, yakındaki köylere yolcu taşıyan minibüslerin kalktığı bir garaj vardı. Kahve oradaydı. Kahveyi hiç sevmezdim. Oraya gidip babamı çağırmayı da sevmezdim. Oradaki adamları da sevmezdim. Çocukluğumda savaş uçağı pilotu olup havadan uçakla gelip ne kadar kahve varsa hepsini bombalamak gelirdi içimden. Müşterilerden gelen olursa onları oyalamaya çalışır olmadı kahveye gidip çağırırdım babamı.
Yazın vantilatörün karşısına geçer bulabildiğim teksas, tommiks, zagor, kızıl maske, mandreke gibi çizgi romanları okurdum. Bir de pasajın önüne hava almak için çıkar haşlanıp kavrulmuş tuzlu karpuz çekirdeği yerdim. Yanımızda terzi dükkanı vardı, sıcakta kan ter içinde habire makinayla kumaş dikerlerdi, kalfalarla çıraklarla konuşurduk. Çok izledim onları, sana öğretelim dediler ama terziliğe hiç merakım olmadı.
Bir ara yanımızda Durmuş amcamın oğlu Hüseyin abi çalışmaya başladı. Ankara Hukuk’da okuyordu ama okula gidemiyordu. Ceyhan Ülkü Ocakları’nın en ileri gelenlerindendi. Çok zeki birisiydi. Zamanında Ceyhan’dan İstanbuldaki Robert kolejini kazanmış burada gavurlar var deyip okulu bırakıp gelmiş. Babamdan aldığı her kuruşu kitaba dergiye yatırırdı. Hepsini de okurdu. Ara sıra kendi çevresinden arkadaşları da gelirdi. O zamanlar Komando Hüseyin diye bilinen bir militan da çok samimi arkadaşıydı. Onlar da gelirlerdi. Ben onların sohbetlerine katılmadım. Hüseyin abi de beni hiç etkilemeye çalışmadı.
Bizim mahalle devrimcilerin hakimiyetindeydi. Babamı devrimciler severdi. Nedense bizim evin duvarına slogan yazmazlardı. Hüseyin abi, Durmuş amcanın evinde, kaçırıp evlendiği eşiyle çocuklarıyla tek bir odada yaşıyordu. Öldürülme korkusundan bizim yazıhaneye giderken onu babam taksiyle evinden alır, akşam da eve taksiyle götürürdü. Evde kendi başına radyo televizyon tamirini öğrendi. Tamirci dükkanı bile açtı. Benim bağlama için mikrofon yapıp sazın içine monte etti. Bir de anfi yaptı. Ben de yazın sıcak gecelerinde kirada oturduğumuz Durmazların evinin önünde mahalleliye bağlama çaldım.
Müşterilerin dükkanına ya belge almak için ya da birşeyler götürmek için, en çok da para istemek için babam beni gönderirdi. Bisikletle giderdim. Muhasabeciye kimse para vermek istemezdi. Marangoz bir müşterimizin yanına tahta parçası ve talaş almak için giderdim. Marangozhanenin tam yanında kocaman depo gibi bir yer vardı. Dışardan karşı duvarda boydan boya çevrelenmiş kızıl bir yıldız görünüyordu. Mahalleden bazı abilerimiz oraya giderdi. Dev-Genç’in yeriydi. Kışın talaş sobası yakardık. Talaş sobasının kovasını da ben basardım bazen. Zor bir işti. İyice ayarlanmazsa tam yanarken birden bire göçer her tarafı duman kaplardı. O zamanlar Ceyhan Lisesi’ne gidiyordum. Daha sonra pasajdan ayrılıp Ceyhan vergi dairesinin yakınlarında bir dükkana taşındık. Bir yanımızda simit fırını diğer yanımızda çay ocağı vardı. Yazları serinlik olsun diye devamlı sokağı hortumla sulardık. Herkes kendi dükkanının önünü sulardı zaten. Tam karşımızda babamın amcası annemin dayısı Durmuş amcanın yazıhanesi vardı. Annemle babam akrabaydı. Biz Durmuş amca derdik. O da muhasebeciydi. Sokağı sular, iş olmadığında hemen dibindeki kaldırımda küçük tahta sandalyelerde otururduk. Bizim yazıhane önü boydan boya camla kaplı hemen sokağa bakan iki masa iki dolap dört sandalye sığacak kadar bir yerdi. Bir tane daktilomuz bir tane de yeni çıkmış elektrikli hesap makinamız vardı. Yoldan geçen bizi, biz de yoldan geçenleri görürdük.
Müşterilerin dükkanına ya belge almak için ya da birşeyler götürmek için en çok da para istemek için bisikletle giderdim. Muhasabeciye kimse para vermek istemezdi. Marangoz bir müşterimizin yanına da tahta parçası ve talaş almak için giderdim. Tam yanında Kocaman bir depo gibi bir yer vardı. Karşı duvarda boydan boya çevrelenmiş kızıl bir yıldız vardı. Dev-Genç’in yeriydi. Mahalleden bazı abilerimiz oraya giderdi.
Yedi yıl oturduk bu evde, tam muz ağacı meyve vermişti ki muzlar sararmadan babam evi sattı. Bundan sonra da Ceyhan’da bir daha hiç evimiz olmadı.
Evi yaparken babam Emlak Kredi Bankası’ndan ev kredisi çekmişti. 1987 yılında Matematik Bölümü’nden mezun olur olmaz bankanın açtığı Bilgisayar Programcılığı sınavlarını geçtim ve 21 yaşında bankanın Otomasyon Müdürlüğü’nde Bilgisayar Programcısı olarak çalışmaya başladım.
L.Özbek 5 Haziran 2020, İbn-i Sina Hastanesi’nde Nefroloji servisinde doktor sırası beklerken yazıldı.
(*) Müslüm Gürsesin şarkısından. Söz: Ali Tekintüre Müzik: Mustafa Sayan
|
1508 kez okundu
YorumlarHenüz yorum yapılmamış. İlk yorumu yapmak için tıklayın |